Gerçekten Özgür İrademizle Karar Verebiliyor Muyuz?
Felsefe derslerindeki Determinizm-İndeterminizm tartışmalarını hatırlarsınız. Belki o zamanlar anlık geçmiştir aklınızdan “Kendi kararlarımızı verdiğimiz anda bile kader çizgisinin içinde miyiz?” diye.
Yaşanılan an’da kendi seçimlerimizi yaptığımızı iddia ettiğimiz zamanlarda dahi farkında olmadığımız birçok dinamiğin etkisi altında olduğumuzu biliyor muydunuz? Akıllara kültürün etkisi, aile etkileşimleri, travmalar gibi öğrenme süreçlerinin etkisi gelebilir. Burada algoritma basit; görerek, deneyimleyerek, başka birisinin yaşadığına şahit olarak öğreniriz. Bu öğrenmeler zihnimizde davranışlarımıza yön veren rehberler gibi işler. Örneğin; sıcak çaydanlığa dokunduğunda eli yanan biri tekrar sıcak çaydanlığa dokunmayacaktır. Midesini üşüttüğünde bir türlü geçmeyen mide bulantısının içtiği nane-limon ile geçtiğini gören kişi midesi tekrar rahatsız olduğunda muhtemelen tekrar nane-limon içecektir. Arkadaşına hayır dediğinde onun moralinin bozulduğunu hatta biraz mesafeli davrandığını gören kişi başkalarına hayır demekte zorlanacaktır.
Kendi fikrini ifade ettiği ortamlarda fikri değersizleştiriliyor, utandırılıyor ise muhtemelen bu kişi tekrar kendi fikrini ifade etmekten kaçınacaktır.
Peki bu hep böyle olmak zorunda mı?
Elbette ki hayır. Ancak bütün bu deneyimsel öğrenmeler hayatımızda bir filtre işlevi görür. Filtre, deneyim esnasında bir algı önceliği oluşturur. Süreç içinde pekişerek bu algı önceliği iyice güçlenebilir. Bir başka deyişle, kişi kendi fikrini ifade ettikten sonra olumsuz geribildirim aldıysa, üstelik bu birkaç kez yaşandıysa veya tekrar yaşanacak diye kişi kendini ifade etmediğinde olumsuz bir dönüt olmadığını gördüyse kişinin kendini ifade etmeme davranışı pekişir. Çok rahatsız olduğu konularda dahi kendini ifade etmemesini söyleyen filtre baskınlaşabilir ve kişi sessiz kalabilir.
Aslında öğrenme süreçleri duygu-düşünce-davranış örüntülerimizde rol olan tek dinamik değildir. Çoğunlukla gözardı edilse de doğuştan gelen kişilik özelliklerimiz de hayatımızda bir algı önceliği oluşturabilir. Örneğin, kişinin kazanma-ön planda olma gibi bir kişilik potansiyeli varsa 3-4 yaşlarında oynadığı oyunda dahi en iyi olmak, kazanan taraf olmak isteyecek. “İlk önce ben geldim“, “Ben kazandım“, “En hızlı ben sürdüm” cümlelerini ondan daha o yaşlardayken duyabilirsiniz. Okul yıllarında da birçok örnekle devam eden bu durum kişi yetişkinliğe adım attığında iş hayatındaki hırsıyla ya da ilişkileriyle karşınıza çıkabilir. En hızlı koşmak, en iyi sunumu yapmak, iyi şirketlerde çalışmak, iyi partnerlerle birlikte olmak gibi hayatın farklı alanlarında kazanma-ön planla olma hassasiyeti gözlemlenebilir.
Peki bu durum kişide nasıl bir algı önceliği oluşturabilir?
Arkadaşlarıyla birlikte bir haftasonu görüşmesinde olan birini düşünelim şimdi. Birlikte sohbet ediyorlar, hayatlarından konuşuyorlar, bir yandan da oyun oynuyorlar. Kahramanımız çok özlediği arkadaşlarıyla vakit geçirmekten çok keyif alsa da oynadıkları oyunda kaybedince üstüne bir de arkadaşı bunun şakasını yapınca otomatik olarak duygu değişimleri yaşıyor; biraz tadı kaçıyor biraz da öfkeleniyor. Görüşmenin ilerleyen dakikalarında kaybettiği ve şakasına maruz kaldığı arkadaşına üstünlük sağlayacağı konuları açıp onu alt etme motivasyonu duyuyor. Zihni o an’da kalmak ve deneyimlenen anın tadına varmaktansa artık geçmişte kalan algısal “mağlubiyetin” hesaplaşmasıyla meşgul oluyor.
Açıklanan her iki durumda da göze çarpan şey algı önceliklerinin ister doğuştan getirdiğimiz kişilik özelliklerimizin bir parçası olsun ister öğrenme süreçlerimizin bir sonucu çok güçlü birer filtre görevi gördüğü. Haydi şimdi birlikte özgürce karar verdiğimiz durumları düşünelim. Acaba orada karar verdiğimizi zannederken etkisinde olduğumuz ve bizi belirli bir yöne çeken bir filtre devrede olabilir mi?
Uzm. Klinik Psk. Zeynep Hilal Çelik