Şiddeti Anlamak
Kızlar ve Oğlanlar Tiyatro Oyunu Üzerine Psikolojik İnceleme
‘’Şiddeti anlamadan insanı anlayamazsınız’’
Tek kişilik dev bir oyundu. Oldukça cesur bir konuya oldukça cesur biçimde değinen bir Craft Tiyatro eseri. Yönetmenliğini İbrahim Çiçek’in yaptığı oyunda Bergüzar Korel oldukça etkileyici bir oyunculuk ortaya koydu. Oyundan çıktığımızda etkisinden çıkamamıştık. Ben de bir klinik psikolog olarak oyunun önermesini aklıma kazıdım ve şiddeti anlamaya çalıştım. Anlamanın en iyi yolu önce kendisine bakmasıdır insanın diye düşündüm.
Oyun nefretle başlayan bir aşkı anlatarak başlıyor. Tüm aşklar da öyle değil midir zaten? Aşktan önce nefret vardır içimizde. Kadının ve adamın içindeki nefretin senteziyle doğan bir aşk… Ardından kız ve oğlan çocukların öfkesini canlandırıyor oyun, tam da bu sırada ekranda beliren semboller, arka plandaki çağrışımları tetikleyen tuhaf müzik, yüzleşmekten kaçındığımız yıkıcı duyguların çağrışımını tetikliyor. Kız çocuk yapıyor, erkek çocuk yıkıyor. Kız çocuk gökdelenler inşa etmek istiyor, erkek çocuk gökdelenleri bombalamak… Şiddetin erkeksi bir şey olduğu vurgusu yapılıyor oyunda. Ve kadın anlamaya çalışıyor erkeğin şiddetini, seyirciye düşündürüyor. Mesela neden bir inek vahşi değildir? Kendisine saldıran bir hayvan olmadığı sürece tabii. Ancak hiçbir hayvan, ne kadar vahşi olursa olsun, insan kadar gaddarlaşamaz. Mesela işkence yapmaz, savaş yapmaz, sadece yemeğini arar. Oyunun ilk yarısı çok kıymetli repliklerin olduğu, ancak parçaların yerine oturmadığı kısım. Belki de böyle bir duygu vermek istiyor oyun. Belirsizlik, anlam arayışı, dağılmışlık, parçalanmışlık…
İkinci yarısında ise sarsıyor, şok ediyor. İnanmak istemeyeceğimiz insanlık gerçeğiyle yüzleştiriyor. Olamaz dediğimiz, ancak iki saniye sonra, ‘e hep oluyor’ dediğimiz bir gerçeği avcumuza bırakıyor ve o gerçekle ne yapacağımızı bilemeden ayrılıyoruz oyundan. İnsanın içindeki şiddetin ne kadar ileri boyutlara gidebileceği ve ne kadar da hayatımızın içinde, evlerimizde olduğu, olabileceği gerçeğiyle. Peki biz bu gerçekle ne yapacağız sahi? Bu gerçeği, insanın içindeki yıkıcılığı anlamaya çalışacağız. Kendimizden başlayarak…
Şiddet yok ediciliğe ve yokluğa verilen bir tepki belki de. Hepimiz dünyaya gelmeden önce bir annenin ve bir babanın önce zihninde sonra da hayatlarında var oluruz. Ancak bazen ebeveynin yokluğu, bazen de yok ediciliği girer devreye. Yok edici bir öfkeyle yokluğunu yaşatır, ya da saldırır bazen ebeveyn, savunmasız çocuklarına. Kendi çocuklarına. Bazen nefret aşktan ağır basar, ve şiddet ortaya çıkar. Çocuğun hayatını tehdit eden o yok edicilik de, karşısındakine olan yıkıcı dürtüleri ortaya çıkarır. Bir çocuk sevildiğinde, istendiğinde, değer gördüğünde var olduğunu hisseder ve daha çok var olmak ister. Yaşamsal dürtülerini harekete geçirir sevgi insanın. İstenmediğinde, sevilmediğinde, şiddete mağruz kalıp istismar edildiğinde ise yok olma tehdidi belirir. Yok olmamak için yok etmek, ezilmemek için ezmek… Madem o dünyada ben yokum, o zaman o dünyayı yok etmek istiyorum der insan.
Aşk cinayetlerinde de benzer bir yapı vardır. Terk edilenin tarafından bakarsak ‘’O benim zihnimde ve hayatımda var, ama ben onda yokum. Varlığım öyle değersiz ki, yokluğumun onun hayatında hiçbir anlamı yok. Hatta yokluğum onun daha iyi olma sebebi. Beni yok edene benim şiddetim. Madem o beni yok etti, ben de onu yok ederim’’. Şiddet, yok olma tehdidi yaşayanın, kendisini yok edene verdiği cezadır belki de.
Peki kimdi seni aslında yok eden? Varlığını görmeyen, yokluğundan memnun gibi görünen? Seni yok etmeyi arzulayan aslında kimdi? Muhtemelen terk eden sevgili değildi… Muhtemelen çok daha öncesine dayanıyordu bu hikaye. Çocukluğuna, ebeveynlerinle başlayarak diğer insanlara, seni yok sayan toplumsal yapıya…
Oyunun sonunda ‘biz toplumu erkeği var etmek için yarattık’ cümlesi üzerine, ‘Hayır, biz toplumu erkeği durdurmak için yarattık’ önermesi geliyor. Belki iki önerme de aynı yere çıkıyor…

