Simgesel Şiddet: Şiddetin Kadife Eldiveni ve Özerklik
Simgesel şiddet; söz ve hareketlerin düzenli bir biçimde korkutma, sindirme, cezalandırma ve kontrol aracı olarak kullanılması olarak tanımlanabilir. En belirgin simgesel şiddet davranışları ise kişinin değer verdiği konulara yönelik güven sarsmak ve kişiyi yaralamak amacıyla belirli aralıklarla çok ağır hakaret etmek ve sözler söylemektir. Kişiye küçük düşürücü adlar takmak, sık sık olumsuz bir biçimde eleştirmek, alay etmek de bu kapsamdadır (Coker-McKeown: 1999). Kişiye bağırma, küçük düşürücü davranışlar, kendi gibi düşünüp davranmaya zorlama, hareket özgürlüğünü kısıtlama, iletişimini yasaklama, kişinin istediği gibi giyinme özgürlüğünü kısıtlama vb. Fiziksel bir baskı olmaksızın uygulanan ve ruh sağlığını bozucu eylemlerin tümü simgesel şiddete dahildir (Bourdieu, 1997).
Patronunuzla kurduğunuz ilişkiden tutun da markette satın alacağınız deterjanın markasına; evleneceğiniz kişinin nasıl birisi olması gerektiğinden hangi enstrümanı çalmayı seçeceğinize; kadınlığı ve erkekliği algılayışınızdan tutun da adil olanın ne olduğunu görüş biçiminize kadar hepsinin global düzlemde, yaşadığınız ülkede, ilde, ilçede, mahallenizde çoktan belirlenmiş bir rolü oynuyor olduğunu düşünün. Distopik bir filmin kareleri çoktan gözünüzde canlanmıştır. Bunun naifçe ve babacan bir elle yapılması hatta dünyayı zaten böylelikle algılatmaya neden olmasıyla can-ı gönülden savunduğumuz, tarafı olduğumuz ve olmakla da gurur duyduğumuz, kendimizi emniyette ve huzurlu hissettiğimiz, tek ve gerçek doğrunun yılmaz savunucusu olduğumuzu düşünün bir de. Kısacası rolünüzü o kadar iyi oynuyorsunuz ki bu rolü kendiniz sanıyorsunuz. Kasvetli, depresif bir distopya değil aslında burada bahsedilen; simgesel şiddet.
Simgesel şiddet bazı durumlarda fiziksel şiddetten daha etkilidir.
Simgesel şiddetin kişi, grup, topluluklara içinde nefes alabilecekleri tek atmosfer olarak verilmesi, günlük hayatın içinde solunan havadaki zehirli bir gazın sinsice tüm hücrelerimize işlemesine kendiliğinden izin verir. Düşünce kalıplarımızı, yargılarımızı şekillendirir. Yargılarımızı belirleyen içsel bir işleyişe ve bu şiddeti içselleştirmemize tüm toplumsal ve pedagojik kurumlar büyük rol sahibidir. Sosyal gerçekliğin oluştuğu düzlem kişinin bireysel bağlamından çok daha büyük bir düzlemdedir. Yani sosyal gerçekliği anlamak istiyorsak mahallemizden çıkıp kuşbakışı bir perspektifle dünyayı görmemiz gereklidir.
Mahalleden çıkmak kolay değildir zira bir adım ötesinin tehlikeli olduğunu, öteki mahallenin çok kötü olduğunu, bir kez mahallemizden ayrıldığımızda bir daha dönemeyeceğimizi söyler bazı durumlarda ise başka bir mahalleye gitmenin mümkün olmadığını, ötekinin doğuştan ayrıcalıklı ya da hak kazanmış olduğunu, orada hiç yerinin olmadığını söyler simgesel şiddetin egemenleri. Bunu bazen tatlı tatlı söyler, bazen bizim için üzülerek, bazen bunu yapanların ne kötü insanlar olduklarını işaret ederek, bazen ise bir yasayla söyler. Bu egemenin söylemlerini ileten çok kanal vardır; televizyonlar, sosyal medya, sosyal çevre hatta aile.
Mikrodan makroya bakarsak aile, makrodan mikroya bakarsak devlettir hatta global yönetim biçimlerinin tümüdür. Bu kanallar bazen simgesel şiddetin bile isteye eli kolu olur; onun yaşadığı mahalle de budur, bazen ise özdeşik olduğu rolü oynayan bilinç ile değil de pratik ile işleyen zihinlerden ya da kurumlardan birisidir. İki türlü de zaten öylelikle egemenin ya mecburu ya hayranıdır. Burada bir yaşam akışından ziyade yaşam piramidin çoktan belirlenmiş katmanlarından bir tanesinde her sabah güneşin doğmasını sağladığını düşündüğü egemene bakıyordur.
Mahallesinin doğasını yaşıyordur, başka yapılacak ne vardır ki!
Simgesel şiddetin kurbanının egemeninin yumuşacık sarıp sarmalayan, koruyup kollayan, dış tehlikelere karşı gözeten, zarar veriyor olsa dahi bunun ya kendi iyiliği için ya da bu zararı hak ettiği için yapan düzeninin içinde sevgi ve hayranlıkla kendi mahallesindeki atmosferden bir nefes daha alıp bu sistemin devamına katkıda bulunur. Canının yanması, kısıtlanması, kendinden nefret etmesi, kendini hiç tanımaması önemli değildir. Çünkü kendini tanımamak üzerinedir sistem zaten. Canının acısını ya kendi mahallesinden çıkarır bazen, bazen aynı evde yaşar onunla bazen komşusudur; ya da diğer mahalleden çıkar bu acı, egemenin kötü dediği, yanlış dediği, güçsüz dediği diğerinden. Oysa diğer mahallenin de en az kendisi kadar yarası vardır ama egemen ona düşman demiştir bir kere.
Tüm senaryo simgesel şiddetin egemeninin buyurduğu yönde ilerler. Kendiliğin can acısı büyük ötekinden değil de yanındaki diğerinden çıkar. Arno Gruen’ in “İnsan kendi acısından uzaklaştıkça sadistleşir.” dediği gibi. Kendi acısının farkına varmadıkça, farkın vardığında haykırmadıkça ruhunun mengenesinde diğerini sıkıştırmaya çalışır. Simgesel, sözel, fiziksel her tür şiddette bireyin Ötekisinden aldığı yaralar vardır. Diğerine aynı yarayı açarsa diner sanır sızısı, o da güçlü olur, yeterli olur, haklı olur hatta kim bilir kendi mahallesinde egemen olur belki. Ancak kendiliğin yarası yara açarak sarılmaz.
Bu şiddet sarmalının içinden ancak kendi olma cesareti göstermek ile özerk olarak çıkılabilir.
Ailenin, çevrenin, sosyal medyanın, televizyonun, okulun kendiliğine uydurduğu kılıflardan soyunmak, kendiliğinin özüne inmek gerekir. Keyifli bir yolculuk başlamaz burada, rahatsız edicidir. Kimliğini belirleyen her egemene başkaldırıdır. Sembolik şiddetin kurbanı, diğerinin celladı olmaktan ayrışmak kendi acısıyla, çaresizliğiyle yüzleşmekten geçer. Biat ettiği ötekine olan öfkeyi, kini, başkaldırıyı diğerine saldırganlık ve şiddet olarak yansıtması gibi değildir. İnsan hem bizzat bu egemenler tarafından hem de bu egemenlerin kendilikte bıraktığı yankılar tarafından dışlanır. Kendine yabancı olarak edindiği kimlik öze ve özerkliğe dönüş sürecinde deriden sökülür. Bu cesareti göstererek kendine ulaşma yolunda adım atanlar ise özerkliğin ve özgürlüğün ne olduğunu deneyimler. İlk defa derin bir nefes almak gibidir; boğulduğunu, zehirlendiğini, can havli ile kimlere ne zararlar verdiğini görmeye başlar. Kendisinin çaresiz, güçsüz, yetersiz, diğerinin kötü, düşman, değersiz, ötekinin ise güçlü, hakim, himaye eden olmadığını fark etmek insan olmak paydasında eşit olmanın imkanını gösterir. Kolay mıdır? Asla! İnsan buna değer mi? Kesinlikle!